11:08 am - BİR GERİ 2 İLERİ, YİNE ZAM GELDİ: Motorinin litresi 45 lirayı aştı!
10:31 am - METEOROLOJİ’DEN UYARI | Trabzon ve Doğu Karadeniz’de sağanak yağış ve kar uyarısı
9:05 pm - EKMEĞE FAHİŞ ZAM GELİYOR! Trabzon’da Durum Ne?
8:31 pm - EKONOMİK KRİZİN ACI TABLOSU: Pazarlar bomboş, esnaf mutsuz, yurttaşlar çürük domates alıyor!
8:22 pm - ELEKTRİĞE GİZLİ ZAM RESMİ GAZETE’DE: Faturalara ‘Şimşek’ çarptı
12:08 pm - PROF. DR. GÜRDAL YILMAZ’DAN VİRÜS AÇIKLAMASI! “Hastalıkları tetikliyor”
6:37 pm - BES-AR: Açlık sınırı 29.000’i, yoksulluk sınırı 78.000 ‘i aştı
10:26 am - RİZE’DE 4,7 ŞİDDETİNDE DEPREM
Evet, yaşamak için ekmek, ruhumuz için gül istiyoruz… En temel, en alışılagelen taleplerimizden biri hep bu oldu. “İş, ekmek, özgürlük.” Böyle söyleyince her şey ne kadar da net, öyle değil mi? İş istiyoruz, ekmek istiyoruz ve özgürlük istiyoruz! Ya ekmek ve gül.
Ekmek tamam; mücadelemiz var olduğundan beri ilk sözümüz…
Gül peki? Gül talebimiz ne, neden? Ve hep böyle sürüp gitmesin diye ekmek kadar elzem, ekmek kadar hayati bir şey olabilir mi gül?
James Oppenheim, bu şiiri, tarihe “Ekmek ve Güller” grevi olarak da geçen ve büyük bir kazanım ile sonuçlanan dokuma işçilerinin grevinden üç yıl sonra kaleme aldı.
Tekstil sektörü yoğunluklu bir işçi kenti olan Lawrence’da patronların 18 yaş ve altı çocuklar ile kadınların haftada 54 saatten fazla çalışmasını yasaklayan tasarıyı reddedip, tanımamaları ile başlayan grev büyük kazanımların yanı sıra, müthiş bir direniş dalgası, umut ve mücadele geleneğini de beraberinde getirdi.
Patronlar sırf 2 saatlik indirimden dahi o kadar rahatsız oldular ki ücrette kesintiye gittiler ve bu bardağı taşıran son damla oldu.
Yasanın yürürlüğe girmesi ile beraber çalışma saatleri 56’dan 54’e düşürülen isçilerin ücretleri de aynı oranda kesildi. Her halükarda 2 saat daha fazla çalıştırılmak zorunda bırakılan aksi halde maaşları kesilen isçiler bu sefer karşı durup direnişe geçtiler.
Yaşamak için o 2 saatlik ücrete muhtaçtılar.
Olay bir yerlerden tanıdık geldi değil mi? Bana da saatlik ücrete 2 liralık zam istediler diye işten atılan Migros isçilerini anımsattı.
Lawrence Grevi gittikçe büyüdü ve 25 farklı ulustan kadınlar aynı amaçla aynı yerde toplandı. Ülkeyi saran isyan en çok da patronları korkutmuştu ve bu isyanı bastırmak için tüm güçleriyle saldırdılar.
Kentin en büyük işçi yürüyüşü de bu grevle gerçekleşmişti, binlerce işçi tüm ihtişamıyla, öfkesiyle, umuduyla yürürken milis güçleri ve polis de korteji dağıtmak, sloganları susturmak, havada yumruk olmuş elleri indirmek için harekete geçti ve o günün sonunda işçi bir kadın öldürüldü.
İşledikleri cinayeti bile kendi lehlerine çevirip ülkede sıkıyönetim ilan edip, tüm yürüyüş, grev, gösterileri yasakladılar. Yine de direniş dalgasının önünü kesemediler ve işçiler greve devam etti.
Müthiş bir dayanışma ağı oluşturuldu; grevdeki kadınların çocukları için bakımevleri ayarlandı, aşevleri kuruldu, ortak bir fonda para biriktirilip paylaşıldı…
Amerikalı kadınlar ilk defa kitlesel olarak ve bu kadar kalabalık ve kararlıydılar. Mücadelenin en ön saflarında yerlerini aldılar. Omuz omuza, nefes nefese hiç bıkmadan usanmadan mücadeleye devam ettiler, haftalarca direndiler ve kazandılar.
O dönemlerde sendikalı olmak, bir sendika çatısı altında örgütlenmek dahi o kadar zor ve “riskli” iken bu grev ile beraber çoğu kadın grev komitelerine delege olarak seçildi ve mücadeleyi hep bir adım daha ilerisine taşımak için canhıraş çalıştı.
Bu kadınların direnişi sadece bir sloganı değil bugün hep beraber meydanlara inip onların seslerini yankıladığımız, taleplerimizi haykırdığımız bir mücadele gününü de yarattı.
8 Mart 1857’de ABD’de bir tekstil fabrikasında 40.000 kadın dokuma isçisinin yaktığı mücadele ateşi kısa sürede tüm Amerika’yı sarıp etkisi altına aldı. Gelen tepkiler, destekler inanılmazdı. Ateş, esasında sermayedarların, patronların paçasını tutuşturmuştu ve bir başka işçi marşında söylendiği gibi “Hava işçiden yana dönmüştü”.
Ülkenin güvenlik güçleri tabii ki de işçilerin talepleri değil sermayenin ihtiyaçları için harekete geçti. Polisler tarafından fabrikaya kilitlenen ve içeride mahsur kalan kadınlardan 129’u çıkan, çıkarılan yangın sonucunda can verdi.
Bu feci katliamdan 54 yıl sonra Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında Clara Zetkin, ölen ABD’li kadın işçilerin anısına 8 Mart’ın Kadınlar Günü olarak kutlanmasını önerdi. Öneri oy birliği ile kabul edildi ve ilk anma 1911’de gerçekleştirildi.
10 yıl sonra ise 1921 de 3. Uluslararası Kadınlar Konferansında günün adı Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak değiştirildi. Türkiye dahil birçok ülkede zaman zaman kutlamalar yasaklandı, kısıtlamalar getirildi. 16 Aralık 1977’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 8 Mart’ı Dünya Kadınlar Günü olarak resmen ilan etti.
Yürüyoruz yan yana, güzel günler adına
Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz.
Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa.
Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları.
İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden.
Bu ekmek ve gül türküleri
Ve yineliyoruz hep bir ağızdan ‘Ekmek ve gül!
Ekmek ve gül!’
“BİZ KAZANACAĞIZ, KADINLAR KAZANACAK!”
Evet, tüm bunlar, bunca direniş, mücadele, savaş, kayıp, acı, bunca yaşamın hepsi köleliğe, aylaklığa paydos demek içindi.
Aylak kalmamak ama kölece de çalışmamak, günün sonunda bir ekmeğe sahip olmak. Ama ya gül?
Gül de bizim insanlık onurumuz ve insanlık onurumuz ayaklar altında çiğnenmeye değil, omuzlar, başlar üzerinde taşınmaya değerdir.
Çünkü biz kadınız; üreten, şekil veren, can vereniz. Çünkü biz evlere hapsedilip dayakla, tehditle, manipülasyonla sindirilemeyecek kadar güçlüyüz.
Ekmeğe muhtacız ama bunun yanı sıra insanlık onurumuz da ekmek kadar hayati, ekmek kadar, hava kadar, su kadar elzemdir.
Ekmeğe muhtacız ama bunun yolu da gülden geçiyor. Ekmeği gül ile onurlu, gururlu, haklı bir mücadele ile söke söke alacağız, işte o yüzden; ekmek de istiyoruz, gül de…
O gün o fabrikada yakılan kadınlar bize yılgınlık, korku vermedi, o gün o fabrikada yakılan kadınlar Zümrüdü Anka misali sonsuza değin sürecek şekilde küllerinden doğup geride kalan kadınlara rehberlik etti, yol gösterdi.
O ateşin ışığı bizlere meşale olup önümüzü aydınlattı. Ve bizler, geride kalanlar tüm o engellerle dolu vadileri tek tek aşıp -ardımızda tek bir kuş, tek bir kadın dahi bırakmayıp- Zümrüdü Anka’nın, Simurg’un mirasını devraldık.
Zümrüdü Anka sözlüklerde yazdığı gibi otuz demek değil, Zümrüdü Anka sonsuz demektir, Zümrüdü Anka diri diri yakılan kadın tekstil işçisi kız kardeşlerimiz düşünülürse kadın demektir.
25 Kasım’da da 8 Mart’ta da kaybettiğimiz kız kardeşlerimizin anısına çıkıyoruz sokağa ilk olarak. Ama kız kardeşlerimize yas tutmak için değil çünkü onlar bizlere Prometheus misali yaşam ateşi verip, bizlere yeniden mücadele dolu bir hayat üflediler.
Tam da bu yüzden her sene 8 Mart’ta, doğuşunda acılar, ölümler, katliamlar, yangınlar olmasına rağmen neşeyle, dirençle, sloganlarla anacağız, anıyoruz kız kardeşlerimizi.
Değil ki yalnızca grevlerde, eskilerde, 1800’lü tarihlerde yakılarak öldürülüyorduk. Sanki bir savaştaymışçasına hâlâ öldürülüyor, katlediliyoruz…
Yüksekten düşerek, intihar ederek, ani akıl krizleri geçirerek(!) Ya çığlık atmayı beceremiyoruz ya da geç saatlerde olmamamız gereken yerlerde oluyoruz, katillerimizi hep ama hep biz tahrik ediyoruz. Öyle ya kadınlar fıtratlarına uygun davranmıyor!..
Göz ardı edilen şu ki; bizim fıtratımızda asla pes etmemek, yılmamak var ve bizler, düşen her kız kardeşimizin küllerinden yeniden doğuyoruz, ta ki eşit, özgür, şiddetsiz bir dünyayı kurana dek ve bundan hiç şüphemiz yok ki biz kazanacağız, kadınlar kazanacak!evrensel